POLİS DERGİSİ
POLİS DERGİSİ
HABERLER
Suç Kavramına Tarihsel ve Sosyolojik Bir Bakış
Suç Kavramına Tarihsel ve Sosyolojik Bir Bakış

    Günümüzde genellikle suç oranlarının arttığı, toplumun giderek daha fazla şiddete ve suç işlemeye meyilli olduğu düşünülmektedir. Fakat, bu düşünce ne ölçüde doğrudur? Toplumda böyle bir algının oluşmasının sebepleri neler olabilir?
    Tarihsel kayıtlara bakıldığında ise geçmişte yaşamış toplumların günümüz modern toplumlarından daha fazla şiddete meyilli olduğu değerlendirilmektedir. Hatta yüzyıllar önce işkencenin, yasal olarak suçlunun itirafta bulunması amacıyla mahkemeler tarafından bile kullanıldığı bilinmektedir. 
    Genel olarak, şiddetin dünya genelinde 16. Yüzyılda zirveye çıktığı ve bu dönemden sonra 2 yüzyıl boyunca kademe kademe gerilediği gözlemlenmiştir. Ulus devletlerin bu dönemde giderek güçlenmesi ve güçlenen devletlerin toplumsal düzeni sağlamak için mahkeme ve emniyet teşkilatları gibi kurumlar inşa etmeleri şiddette düşüş trendini sağlayan temel faktörler olarak değerlendirilmektedir.
    16. Yüzyıldan 20. Yüzyılın başına kadarki dönemde cinayet suçlarında uzun vadeli bir azalış yaşanırken; Kuzey Amerika, Avrupa, Avustralya ve Yeni Zelanda’da 19. Yüzyılın ortalarından 20. Yüzyılın başına kadarki dönemde kişi başına düşen suç ve şiddet olaylarında azalış olduğu ifade edilmektedir. Şiddet suçlarında gözlemlenen bu düşüş trendi ise 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren tekrar artışa geçmiştir. 
     Hırsızlık ve mala yönelik suçlar, geçmişte olduğu kadar günümüzde de en çok işlenen suçlar arasında bulunmaktadır. Örneğin, İngiltere’de 18. Yüzyılın ortalarından 20. Yüzyılın başına kadar rapor edilen suçların yarısından fazlasını bu suç tipleri oluşturmaktadır. 
    Tarihsel olarak kayıtlara geçen suçlara bakıldığında, suç oranlarının 19. Yüzyılın başında tekrar yükselişe geçtiği, 20. Yüzyılın başında bu yükselişin durduğu, ancak İkinci Dünya Savaşı ve özellikle 1970’ler sonrası dönemde tekrar suç oranlarındaki yükseliş trendinin ivme kazandığı görülmektedir. 
    19. yüzyılda artan suç oranları genellikle sanayi devrimi sonrasında ortaya çıkan şehirleşme, modernizasyon, göç ve yaşanan yeni ekonomik problemlerle açıklanmaktadır. Bu dönemde özellikle genç yaşlardaki erkek bireyler daha fazla suç işlerken, devletler tarafından yeni suç tanımlarının yapılması, sıradan vatandaşların mahkemelere erişimlerinin kolaylaştırılması ve polis teşkilatlarının oluşturulması gibi düzenlemeler de rapor edilen suçların artmasını sağlamıştır. 19. Yüzyılın başından itibaren suç istatistiklerinin toplanması ise suç oranlarının yıllara göre ölçülmesini kolaylaştıran önemli bir adım olmuştur. Aynı yüzyılın sonlarında suç oranlarında çok da belirgin bir artış olmaması ise yaşam standartlarının yükselmesi, gıda fiyatlarının düşmesi, siyasi istikrar ve sanayi devrimiyle ortaya çıkan yeni şehir hayatına uyum sağlanmasıyla açıklanmaktadır. 
     Suç oranlarının 20. Yüzyılda tekrar artışa geçmesi ise bireylerin suç işlemek için yeni yöntemler bulması, ekonomik döngüler nedeniyle daha fazla kişinin iş gücü piyasasının dışında kalması ve özellikle dünya savaşları öncesi kamu düzeninde meydana gelen ciddi bozulmaların sonucunda meydana gelmiştir. 2. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan ekonomik büyümeden her bireyin eşit ölçüde payını alamaması ise mala yönelik suçlarda artışa neden olmuştur. Daha önce istatistiksel olarak önemli bir orana sahip olmayan arabayla işlenen suçlar da bu dönemde önemli ölçüde artmıştır. Benzer şekilde, şiddet suçları da bu dönemde yükselişe geçmiştir. 
     Tarihsel olarak çeşitli siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel faktörler nedeniyle suç oranlarında farklı değişimler olduğu görülmektedir. Daha önceki tarihsel dönemlerle karşılaştırıldığında, kayıtlara geçen suçların nüfusa oranı özellikle son yıllarda dünya genelinde hızla artmaktadır. Tarihsel verilere genel olarak bakıldığında ise hiçbir suçun işlenmediği bir dönemden bahsetmek oldukça zordur. 
     Sanayi devrimiyle birlikte oluşan Kapitalist ekonomik sistemin neden olduğu gelir adaletsizliği, sömürü ve fakirlik nedeniyle en çok radikalleşen topluluk alt sosyoekonomik sınıftaki erkek işçiler olmuştur. 18. ve 19 yüzyılda yapılan yeni yasalar bağlamında oluşturulan yeni mahkemelerde işledikleri suçlardan ötürü en çok yargılanan kişiler tarım ve sanayi sektöründe çalışan işçi erkekler ve işsiz erkekler olmuştur. Bu davalarda suç olarak kabul edilen fiillerin büyük bir kısmı ise önceden sıradan vatandaşların geleneksel olarak gıda bulmak amacıyla gerçekleştirdikleri eylemlerdi. Örneğin, insanlar yüzlerce yıldır hayatta kalabilmek için avlanırken; yeni yasalarla birlikte değişen özel mülk tanımı nedeniyle bu geleneğin sürdürülmesi başkasının özel mülküne izinsiz girme suçuna dönüşmüştür.  Moderniteyle birlikte meydana gelen sosyal ve ekonomik değişimlerin alt sosyoekonomik tabakadan gelen kişilerin suçlu olarak kabul edilmesine yol açtığı görülmektedir. 
     1980’li yıllardan itibaren ise suç kavramını sadece ekonomik sınıf bağlamında açıklamanın yeterli olmadığı anlaşılmıştır. Suç kavramının; ırk, dil, din ve toplumsal cinsiyet gibi parametreler bağlamında da değerlendirilmesi gerektiği uluslararası toplumun gündemine gelmiştir. Önceleri üzerinde çok da fazla çalışma yapılmamış aile içi şiddet ve çocuk istismarı gibi konular da önemsenmeye başlanmıştır. 
     18. yüzyılda gayet normal olarak değerlendirilip çoğu zaman cezalandırılmayan kavga, dövüş, kadına veya eşe yönelik şiddet gibi erkek şiddeti ise 19. Yüzyıldan itibaren bir suç olarak kabul edilip cezalandırılmaya başlanmıştır. Bu yönelim, toplumlardaki sosyal, ekonomik ve kültürel değişimin yanı sıra devletler tarafından kamu düzeninin sağlanması için oluşturulan polis ve yargı teşkilatları gibi yeni kurumların faaliyetleriyle açıklanabilmektedir. Bu reform ve düzenlemeler sayesinde düşüş eğilimi gösteren erkek şiddetiyle birlikte cinayet oranlarında da özellikle 16. Yüzyıldan 20. Yüzyıl başına kadar süren bir azalma trendi gözlemlenmiştir. 
     Son yıllarda kadınların sosyal, ekonomik ve politik hayata daha fazla katılmasıyla birlikte kadınlar arasındaki suç oranının da arttığına yönelik kaygılar bulunmaktadır. Tarihsel sürece bakıldığında ise karşımıza farklı bir resim çıkmaktadır. Aslına bakılırsa, kadınlar yüzyıllardır suç işlemektedir. 16. Yüzyıl ve 19. Yüzyıl arasındaki dönemde yargılanan kadınların oranı yüksekken bu oranlar 19. Yüzyıldan 2. Dünya Savaşı’na kadarki dönemde göreceli olarak düşük kalmış, ancak 2. Dünya Savaşı’nda sonra ise tekrar yükselişe geçmiştir.  16. Yüzyıl ve 19. Yüzyıl arasındaki dönemde kadınlar daha çok mala karşı işlenen suç, saldırı, iftira, hakaret ve yeni doğanı öldürme suçu gibi suçlar nedeniyle yargılanmışlardır. Sanılanın aksine, bu dönemde kadınlar toplumsal hayatta oldukça aktifti. Kadınlar; tarım, gıda, tekstil, balıkçılık gibi işleri yaparken aynı zamanda ev işleri ve çocuklarına da zaman ayırıyordu. Çocuklar, ebeveynleri iş yaparken onların yanında duruyordu. İş ve ev ayrımı ise sanayi devrimi ve kapitalizmle birlikte daha belirgin hale geliyordu. Kadınlar sanayi devrimi sonrasında çalışmayı sürdürmüş olsa da onlara atfedilen rol daha çok çocuk bakımı ve ev işleriyle alakalı olmuştur. Dolayısıyla, sanayi devrimi öncesi kadınların göreceli olarak daha fazla suç işlemesi onların kamusal hayata daha fazla dahil olmasıyla ilişkilendirilmektedir. 
     Özellikle 19. Yüzyılın başlarından itibaren emniyet ve yargı gibi kurumların ülke genelini kapsayacak sistemli bir yapıya kavuşmasıyla birlikte bu kurumlar daha çok maskülen bir yapıya kavuşmuştur. Kolluk güçleri, mahkemeler ve hapishane çalışanları büyük oranda erkeklerden oluşurken, tutuklanan faillerin de büyük oranda erkek olduğu görülmüştür. Bu dönemde önemli suçlardan hüküm giyenler ve yüksek mahkemelerde yargılananlar büyük oranda erkekler olurken, kadınların daha çok alt kademe mahkemelerde daha az ciddi olarak görülen suçlardan yargılandığı gözlemlenmiştir. Bu dönemde oransal olarak daha az kadının yargılanmasının bir başka sebebi ise kadınların işledikleri suçlardan dolayı mahkemeye çıkartılıp daha sonra hapse gönderilmesinin yerine rehabilitasyon merkezi, zihin hastalıkları merkezleri veya dini vakıf ve kuruluşlara gönderilmesiyle de açıklanabilir. Bu yolla rehabilite edilmeye çalışılan suç işlemiş kadınlar, suç istatistiklerine dahil edilmiyordu. 19. Yüzyılda tutuklanan kadın faillerin çoğunluğunun düşük sosyoekonomik gruptan olması ise dikkat çekicidir. 
    Kadınlar tarafından işlenen suçlarda 1970’lerden itibaren yeni bir artış dalgası yaşanmıştır. Bazı çevreler bu durumu kadınların sosyal yönden özgürleşerek kamusal hayata daha da fazla dahil olmasıyla ve önceki dönemlerin aksine rehabilitasyon gibi alternatif yöntemler yerine yargılama yoluna başvurulmasıyla açıklamaya çalışmıştır. Bu açıklamaların tam olarak yeterli olmadığı yönünde değerlendirmeler de mevcuttur. Örneğin, kadınlar her ne kadar daha fazla özgürleşse de ekonomik olarak bakıldığında erkeklere göre daha dezavantajlı durumda olmayı sürdürmüştür. Bu ekonomik dezavantaj durumu da kadınları suç işlemeye iten bir başka faktör olarak değerlendirilebilir. Kolluk güçleri, mahkemeler ve hapishaneler tarafından her kadına aynı şekilde davranılmadığı da ifade edilmektedir. Örneğin, daha feminen ve saygılı davranışlar sergileyen kadın şüphelere daha hoşgörülü davranıldığı iddia edilmektedir. Bu şekilde davranış sergileyen kadınların aynı zamanda çocuk istismarı gibi suçlarını saklayabildikleri de belirtilmektedir.
     Genç erkekler ise yargılanan suçlular arasında çoğunluğu oluşturmaktadır. Bu grup tarafından işlenen suçlar en çok ihbar edilen suçlardır. 16. Yüzyıldan itibaren genç erkek bireylerin organize suçlar, mala yönelik suçlar, şiddet suçları, hırsızlık, saldırı ve cinayet gibi suçları işledikleri rapor edilmektedir. 
     Çoğu zaman yetişkin bireyler tarafından gençlerin geleneksel değerlere saygı göstermedikleri ve günümüz gençlerinin kendi gençlik dönemlerinden çok daha kötü durumda oldukları ifade edilmektedir. Yetişkinler, gençler tarafından sergilenen yeni ve farklı davranış kalıplarını kendi değerlerine yönelik bir tehdit olarak görmekte ve bu durum da nesiller arasında gerginlik oluşmasına neden olmaktadır. Nesiller arasında süregelen gerginlik durumu son yıllarda özellikle teknolojinin de insan hayatına girmesiyle daha da yükselişe geçmiştir. 16. Yüzyıldan itibaren yetişkinler, ailelerinin itibarını korumak amacıyla ahlaksız davranışlar sergileyen çocuklarını çoğunlukla erken yaşlarda iş hayatına sokma veya dini kurumlara gönderme seçeneklerini tercih etmişlerdir.  Bu durum, gençlerin düzene uygun olmayan davranışları sadece modern toplumda değil aynı zamanda endüstri öncesi toplumda da sergiliyor olduklarını kanıtlamaktadır. 
    Sanayi devrimi sonrasında meydana gelen şehirleşmeyle birlikte çocuk ve ergenlik çağındaki gençlerin işledikleri suçlarda önemli bir artış yaşanmıştır. Çocuk suçluluğu kavramı hukuk sistemine girmiştir. Nüfusun hızla artması ve dolayısıyla 30 yaş altındaki bireylerin sayısının artması da bu sorunla ilgili önemli bir faktördür. Sanayi devrimi nedeniyle yıkılan geleneksel sosyal ve ekonomik yapılar nedeniyle yeni krizler ortaya çıkmış ve bu krizlerden en çok etkilenenler de yeni nesiller olmuştur. Devletler, gençleri korumak amacıyla çeşitli reformlara başvurmuşlardır. 19. Yüzyıldan itibaren çocuk ıslah evleri kurulmuş, çocukların daha uygun şekilde yargılanması için çocuk mahkemeleri oluşturulmuş, çocuk suçlular yetişkinlerden ayrı hapishanelere yerleştirilmiştir. Çocukların korunması için yeni yasal düzenlemeler yapılmış, özellikle dezavantajlı çocukların istismardan korunması amacıyla sosyal polislik faaliyetlerine önem verilmiştir. Pek çok ülkede suç işleyen çocukları doğrudan cezaevine gönderip toplumdan marjinalize etmek yerine sosyal politikalar vasıtasıyla suç işleyen çocuk ve gençlerin topluma yeniden entegre edilmesi amaçlanmaktadır. 
   Tarihsel olarak insan toplumlarında daima eşitsizlikler olduğu gözlemlenmiş olsa da bu eşitsizliğin aynı zamanda etnik grup ve ırk temelinde tanımlanmasına ise 19. Yüzyılda başlanmıştır. Özellikle Batı dünyasında belirli etnik gruptan gelen bireyler “alt sınıf” veya “sınıf altı” olarak nitelenerek sosyal hayattan dışlanmış, ayrımcılıkla karşılaşmış ve ekonomik anlamda da ötekileştirilmiştir. Sömürgeci İmparatorluklar, kolonileştirdikleri bölgelerdeki yerel halka yönelik daha katı polislik uygulamalarına başvurmuştur. ABD gibi kölelik tarihi olan ülkelerde ise siyahi bireyler ceza adaleti sisteminde büyük ayrımcılıklarla yüzleşmek zorunda kalmıştır. 
     Avrupa’da beyaz tenli olmasına rağmen şehirlerde yaşayıp düşük sosyoekonomik statüye sahip olan bireyler sakıncalı veya tehlikeli bir sınıftan gelenler olarak değerlendirilmiş, bu kişilere sanki başka bir ırka mensuplarmış gibi muamele edilmiştir. Doğu ve Güney Avrupa ülkelerinin yanı sıra İrlanda gibi ülkelerden Britanya ve Kuzey Amerika’ya yoğun göç hareketleriyle birlikte ise bu ayrımcılık söylemleri daha da yoğun şekilde ifade edilmeye başlanmıştır. Kriminoloji çalışmaları bağlamında “suç aileleri” konusunda araştırmalar yapılmış, suç işleyen erkek ve kadınların birbirleriyle evlenerek nasıl suça yatkın çocuklar yetiştirdiklerine ilişkin vaka çalışmaları ortaya konulmuştur. Benzer şekilde, bireylerin fiziksel özellikleri ve yüz ifadeleri suç çalışmaları kapsamında incelenmiştir.
    Bu çalışmaların bir sonucu olarak 20. Yüzyılın ortalarından itibaren çocuk suçluluğuyla ilgilenen sosyal hizmet çalışanları sıklıkla “problemli aile” kavramını kullanmaya başlamış ve genellikle bu olumsuz kavram belirli ırk ve etnik gruplardan gelenleri tanımlamak için kullanılmıştır. 
     Genel olarak beyaz tenli olmayan ve farklı etnik gruplardan gelen göçmenler suç kavramıyla ilişkilendirilmiştir. 19. Yüzyılda daha çok İrlandalı, Doğu Avrupalı, Yahudi ve Güneydoğu Asyalı göçmenler Batı dünyasında sapkın ve suça meyilli gruplar olarak nitelendirilirken, 20. Yüzyılda daha çok Jamaikalılar gibi siyahiler özellikle İngiltere’de ayrımcılığa uğramıştır.  Jamaikalılar Britanya ceza adaleti sisteminde kriminolojik anlamda oldukça dikkat çekmiştir. Bu bağlamda; sosyoekonomik sınıf, ırk ve suç arasındaki ilişkileri yakından inceleyen çalışmalar yapılmıştır. Britanya kamuoyunda ve medyasında hırsızlık, kumar, fuhuş ve uyuşturucu gibi suçlar çoğunlukla siyahi göçmenlerle ilişkilendirilmiştir. Sürekli olarak ayrımcılıkla karşılaşan siyahi göçmenler özellikle 1980’lerde birçok İngiliz şehrinde gösteriler düzenlemişlerdir. Şehirlerde yaşayan siyahi göçmenler potansiyel suçlu olarak görülerek daima ayrımcılığa uğramıştır. Genç siyahi bireyler arasındaki yüksek suç oranları ise ceza adaleti sistemindeki ırk temelli sistematik ayrımcılığın bir sonucu olarak değerlendirilmektedir. Irk temelli radikal ayrımcı düşüncenin uzun bir tarihi bulunmaktadır.Sonuç olarak, farklı tarihsel dönemlerde suç oranlarında farklı trendlerin yaşandığı anlaşılmaktadır. Kayıtlara göre suç oranlarının 19. Yüzyılın başında yoğun olarak arttıktan sonra 20. Yüzyılın başında dengelendiği, 2. Dünya Savaşı ve özellikle 1970’lerden sonra tekrar yükselişe geçtiği görülmektedir. Bu son dönemde, mala karşı işlenen suçların en çok işlenen suç tipi olduğu gözlemlenmiştir. 1980’lerden önce suç kavramı daha çok sınıf temelli olarak açıklanmaya çalışılsa da sonraki dönemlerde toplumsal cinsiyet ve yaş gibi değişkenler de devreye girmiştir. 19. Yüzyıldan itibaren suçun tarihi daha çok erkek egemen kolluk gücünün çoğunlukla erkek suçlulara yönelik polislik yaptığı maskülen bir yapıya dönüşmüştür. Kadın ve çocuklar yüzyıllardır suç işlemektedir ancak özellikle 19. Yüzyılda bu gruplara yönelik olarak ceza adaleti sistemi bağlamında kadın sığınma evi ve çocuk ıslah evi gibi alternatif seçenekler kullanılmıştır. Uzun yıllardır suç, ırk ve sosyoekonomik ayrımcılık arasında önemli ilişkiler olduğuna yönelik önemli çalışmalar yapılmaktadır. Ayrımcılığı uğrayan gruplar zaman içerisinde değişikliğe uğrasa da ayrımcılık pratikleri varlığını sürdürmüş ve suç kavramını tarih boyunca etkilemeye devam etmiştir. 

Araş.Gör. Fatih TUNA
Polis Akademisi Başkanlığı